Adam Leonard Brown
Mesaj Sayısı : 1 Kayıt tarihi : 26/06/15
| Konu: burn the witch Cuma Haz. 26 2015, 02:52 | |
| Çok eskilerden kalma, bir o kadar da tanıdık bir ezgi çalınıyordu kulaklarıma. Nereden geliyordu? Topraktan mı? Yoksa rüzgâr mı söylüyordu? Anlamak imkânsızdı. Akan nehrin sesiydi bu. Toprakta yeşeren tohumun, evleri yerle bir eden hortumun ilahisiydi. Kötülüklerle, felaketlerle kaynıyordu. Aynı zamanda iyiliğin ve güzelliğin en saf halleriyle dolup taşmıştı. Yeni doğan bir bebeği anlatıyordu, aynı zamanda bir cenazedeki yası. Ne olduğunu çıkarmaya çalışmak anlamsızdı. Tanıdık bir ezgi olmasına karşın bir o kadar da yabancıydı hafızama. Ne anlattığını bilmek de imkânsızdı. O kadar karmaşıktı ki dinlemek insanı yoruyor bir o kadar da rahatlatıyordu. Bahsettiği şeyin de çok basit olduğunu fark etmek işten değildi. Yine de o basit şeyin ne olduğunu anlayamıyordu insan. Doğumdan ölüme kadar doğanın insana çaldığı ezgiydi bu. Dağların doruklarından kuyuların diplerinde kadar her yerde çalınıyordu. Ancak ölümlü kulaklar duyamazdı bu ezgiyi bu kadar berrak, ta ki yeni bir başlangıç olan o büyük sona gelene kadar. O halde ben nasıl duyuyordum bu kadar rahat bir şekilde? Peki ya bu güç? Bu anlaşılmaz kuvvet nereden geliyordu? Bir koruluktan yayılan ve ruhumun derinliklerini gıdıklayan bu güç neydi? Tüm bu düşünceler aklıma hücum ederken ezgiye sözler de katıldı. Yabancı bir dildi bu. Artık bu dilde konuşulmadığı belliydi. Sözler de çok tanıdık geliyordu, bir o kadar da yabancı. Sözcükleri ayırt etmek güçtü. Ama derin manalar içerdiği açıktı. Pek çok şeyden bahsediyordu. Yaşamdan ve ölümden, iyilikten ve kötülükten, ışıktan ve karanlıktan… Bu kadar zıtlığı aynı anda duymak çileden çıkartıyordu beni. Ama yüreğim de huzur doluydu. Dinlemeye devam ettim. Dinledikçe anlam kazanıyordu sözler. İlkbaharda yeşeren bir ağacın öyküsüyle ilgiliydi, birbirlerini parçalamaya çalışan iki vahşi aslanı anlatıyordu. Sözleri söyleyenlerin kim olduğunu bilmiyordum. Ama kimin sözlerini söylüyorlardı? Cevap basitti. Cennettin dilinden sözcüklerdi bunlar. Güçlü sözcüklerdi. Yaratma gücüne sahip sözcükler. Yok etme gücüne sahip sözcükler! Yapabileceklerinin sınırı olmayan bir dilde sözcükler. Tanrı’nın sözleriydi bunlar. Ama söyleyenlerin tanrı olmadığı çok açıktı. Tanrının bu kadar zayıf olmadığını biliyordum. Yine de bu sözcükleri ağza almak! Ne büyük cesaret doğrusu. Cennetten kovulduğunuzdan beri pek az insan anlamıştı bu sözcüklerin anlamını. Kullanmaya cesaret edenlerin sayısıysa daha da azdı. İnsanın elinde bile güçlüydü bunlar. Meleklerin lisanıydı ne de olsa. Tanrı’nın her şeyi yaratırken kullandığı dildi. Kim söylüyordu bunları? Merak yüreğime doluyordu her geçen saniyeyle birlikte. Gözlerimin açıldığını hissettim. Gözüme ilk çarpan şey yeşildi. Her taraf yeşille doluydu. Yüzlerce yıldır burada dikilen heybetli gövdeleri ve parlak yapraklarıyla ağaçlar, güzel kokularıyla çiçekler ve tüm yumuşaklığıyla göz alabildiğince çimen… Evet, burası kesinlikle yeşildi. Biraz üstümdeyse kapkara bir gökyüzü vardı. Üzerinde de yanıp sönen bembeyaz ışıklar. En göz alıcısıysa aydı. Tüm heybetiyle göğün tam ortasında bir dolunay… Güç yayıyordu sanki çevresine. Cesaretlendiriyordu. Koruluğun tam merkezinde ise bir açıklık alan vardı. Birkaç gölge seçiliyordu. Yaklaştım. Yaklaştıkça belirginleşmeye başladılar. Çember şeklinde oturmuş altı kişi. Aralarında mumlar yanıyordu. Biri erkekti, biri kadın. Biri yaşlıydı öbürüyse çok genç. Birinin rengi süt kadar aktı diğerininkiyse gece kadar kara. Sözleri onlar söylüyordu. Güç onlardan yayılıyordu. Doğanın ezgisi bu kadar netleştiren onlardı. Onlar söyledikçe mumların alevi canlanıyordu sanki. Hava ısınıyor, gecenin rengi aydınlanıyordu. Tohumlar yeşeriyor, çimlerin üzerinde rengârenk çiçekler açıyordu. Güzeli yaratıyorlar ama geceye korku saçıyorlardı. Zihinleri bulanıyordu ama bu durumdan hoşnutlardı. Çok güçlü hissediyorlardı, ne de olsa Tanrı’nın dilinden konuşuyorlardı onlar. Hükmetme yetisine sahiptiler. Yaratmaya ve yok etmeye cesaretleri vardı. Söyledikçe hızlanıyor, hızlandıkça kendilerinden geçiyorlardı. Kadın olan ayağa kalktı. Kelimelerle anlatılamayacak kadar güzel bir kadındı. Yeryüzündeki en güzel gözlere, en yumuşak saçlara sahipti. Yüz hatları da vücut hatları da dişilikle kaynıyordu. Yüzünde bir papatya kadar saf bir ifade vardı ama gözleri bir tilkinin kurnazlığıyla parlıyordu. Yavaş ve küçük adımlarla çemberin merkezine doğru yürüyor bir yandan da söylemeye devam ediyordu. Üzerinde beyaz bir elbise vardı ve mümkün olduğunca az yerini kapatıyordu. Merkeze ulaşınca kendi etrafında döndü. O döndükçe mumlar teker teker söndü. Kadın dışında herkes susmuştu. Sadece o söylüyordu. Sesiyse sıcak bir yaz gecesindeki meltem kadar güzel, sonbahardaki bir fırtına kadar kuvvetliydi. Şarkısı pek çok şey hakkındaydı. Nehir kenarında yetişen parlak renkli çiçekler hakkında söyledi önce ardından o çiçeklerle gönlünü çalan adam hakkında. O adamı nasıl sevdiğini, ona kendini nasıl verdiğini ve adamın onu nasıl bırakıp gittiğini söyledi. Bu yumuşacık, yürek yakan şarkı birden hızlandı ve sertleşti. Adama duyduğu nefreti anlattı, ona lanetler okudu ve ölümünü diledi. Mumlar birden simsiyah ateşler saçtılar. Kadın gülümsedi. O gece uykusunda boğularak ölen bir adamın haberini alacaktı. Biliyordu. Ne zaman gerçekleşmemişti ki dilekleri? Tanrı onları ne zaman reddetmişti? Yüreği mutlulukla doldu. Tanrı onu seviyordu. Erkeklerin aşkı olmasa ne olurdu ki? Kadın yerine oturdu ve mumların alevleri normale döndü. Tekrar söylemeye başladılar hep beraber. Biraz bencilce söylüyorlardı bu sefer. Mal varlığından, paradan ve torbalar dolusu altından bahsettiler şarkılarında. Evlerinde onları zenginlikler bekliyordu. Biliyorlardı. Çünkü hep dilekleri olmuştu. Tanrı onların yanındaydı. Bu seferde köylerindeki hasta bir kadın hakkında söylediler. Çektiği acılardan bahsettiler. Ve Tanrı’dan onun acılarını dindirmesini istediler. O gece günlerdir ateşler içinde kavrulan bir kadın iyileşmişti. Biliyorlardı. Tanrı onların yanındaydı. Söylemeye devam ettiler. Bereket ve bolluk için, aşk ve mutluluk için söylediler. Aileleri için, düşmanları için söylediler. Tanrıya teşekkür etmek için söylediler. Ardından genç olan ayağa kalktı. Tüm masumluğuyla, çocukça hayallerle dikiliyordu. Çemberin ortasına geçti ve söylemeye başladı. Serinletici meltemler hakkında söylüyordu. Güzel gökkuşakları, tatlı kokulu çiçekler hakkında söylemeye devam etti. Çevresinde güller açtı. Ilık meltem tenini okşadı. Bir kedi yavrusu hakkında söylemeye başladı. İşte, koruluğun içinden bir kedi çıkageldi. Ve birden bir şey hissettiler. Korkunç bir şey. Dehşet verici bir şey. Ellerinde sopalar, meşalelerle büyük bir grup kadın ve erkek yürüyordu korulukta. Birini arıyorlardı. Hayır, hayır. Birilerini. Yüreğimin korkuyla dolup taştığını hissediyordum. Akıllarında tek bir ortak düşünceyle yürüyorlardı çünkü. Bir amaçta birleşmişlerdi. “Cadıyı yak!” Öfkeliydiler. En önemlisiyse kalabalıktılar. Açıklığa ulaştılar. Altı kişi şarkı söylüyordu. Büyü. Cadıyı yak. Öfkeyle fırladılar o iğrenç varlıkların sonunu getirmek için. Öyle büyük nefret, öyle büyük kinle doluydu ki yürekleri sanki bastıkları topraklar alev alıp yanacaktı. Genç olan dehşet çığlığı atıp koşmaya başladı birden. Diğerleri neye uğradıklarını şaşırdılar başta. Ardından yaşlı olan dışında hepsi kaçtı. O ise yerinden kıpırdamıyordu. Biliyordu. Tanrı onunlaydı. Tanrı onu istiyordu yanı başında. Öfkeli kalabalığa bakıp gülümsedi. Korkuyorlardı ama kızgındılar. Ellerini havaya kaldırdı yaşlı olan. Son bir kez daha söylemek için. Tek bir şey hakkında söyledi bu sefer. Tanrı’ya söyledi doğruca. Ona kucak açması için. | |
|
Caitlyn Cadı l Admin
Mesaj Sayısı : 386 Kayıt tarihi : 29/05/12 Yaş : 35
| Konu: Geri: burn the witch C.tesi Haz. 27 2015, 21:24 | |
| Renk:75 Kurgu: 85 Betimleme:85 Akıcılık: 90
Sitemize Hoş geldiniz. Rütbe başvurusu yapabilirsiniz. | |
|